Musallat için bir odaya gerek yok, ya da bir eve,
Kendi koridorları var beynin, emsalsiz, sahici…
Derinlerimizde gizlenmiş kendimiz ürkütmeli bizleri en çok,
İçimizde gizlenmiş katiller dururken başka korkuya gerek yok.

– Emily Dickinson

Gerçek karakterlerle kurgu karakterleri güzelce harmanlayan aynı isimli  Margaret Atwood romanından uyarlanan altı bölümlük bu mini dizi NetflixCBC (Amerika – Kanada) ortak yapımı.

Sarah Polley tarafından kaleme alınan ve Mary Harron tarafından yönetilen bu dönem dizisi, işin içinde CBC kanalı da olduğundan Netflix’in genel yayın politikasından farklı olarak haftalık yayınlanacak. Geçtiğimiz hafta 25 Eylül’de ilk bölümü yayınlanan dizi altı hafta boyunca bizimle olacak ve muhtemelen altıncı bölümüyle ekranlara veda edecek.

(Gerçi aynı yazarın başka bir romanından uyarlanan The Handmaid’s Tale dizisinin getirdiği büyük ses sonrası kitaptan bağımsız olarak devam edeceği düşünülürse bu yapımın da mini kalıp kalmayacağı konusunda kesin konuşmamak gerek.)

Aşağıda dizinin konusuyla tanıtıma devam ederken size eşlik etmesi için dizinin kısa giriş müziğini buraya bırakıyorum.

Dizinin merkezindeki Grace Marks, 1843 yılında iki kişiyi öldürmekten ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve on beş senedir Kingston Cezaevi’nde yatmakta olan İrlanda göçmeni genç bir kadındır. O dönemlerde kadın katil çok görülen bir şey olmadığından herkesin ilgi odağı haline gelen Grace, cinayet günü ile ilgili hiçbir şeyi hatırlamamaktadır. Suçlu olduğuna inananlar olduğu gibi aslında masum olduğunu düşünen kişi sayısı da az değildir. Aralarında Grace’in masumiyetine inananların da olduğu bir kilise komitesi tarafından serbest bırakılması yönünde bir rapor yazması için Amerika’dan getirtilen bir doktor aracılığıyla Grace Marks’ın şimdiye dek başkaları tarafından yazılmış hayat hikayesini kendisinden dinleme fırsatı bulacağız. Soğukkanlılıkla iki kişiyi öldürdüğü iddia edilen Grace’in zorluklarla dolu hayatını ve cinayet günü olanları onunla beraber keşfedeceğiz.

Dizinin yarı gerçek yarı kurgu karakterlerle bezeli olduğunu söylemiştim. Nasılına gelirsek; dizinin merkezinde izlediğimiz Grace Marks, gerçek bir karakter. Gerçekten de Kanada’da iki kişiyi öldürmekle ömür boyu hapse mahkum edilmiş. Öldürdüğü iddia edilen karakterler ve ana karakterimizin özgeçmişi de gerçek hayattan uyarlama. Kitabın anlatıcısı konumundaki kurgu bir doktor karakteriyle ise kitapta Grace’in geçmişine iniyoruz. İlk bölüm itibarıyla dizinin anlatıcı iç sesi Grace gibi duruyor olsa da gelecek bölümlerde bu değişir mi, doktorumuzun iç sesini de duyar mıyız, bekleyip göreceğiz.

(Diziyi ve kitabı tanıtım için araştırırken, çok derin araştırmalara girmemiş olmama rağmen, Grace Marks’ın hikayesinin nasıl sonuçlandığını öğrenme talihsizliğini yaşamış olduğumdan diziyle ilgili araştırma yapmamamızı öneririm.)

İlk bölüm itibarıyla çok fazla karakterle tanışmamış olsak da dizi genelindeki baş karakterlerden bahsedecek olursak;

Sarah Gadon tarafından canlandırılan Grace Marks karakteri, 1843 yılında daha 16 yaşındayken işverenini ve kahyasını öldürmekten ömür boyu hapse mahkum edilmiş İrlandalı bir hizmetçidir. Duruşma süreci, aklanması gerektiğini düşünen Reformcularla, suçlu olduğunu düşünen Toriler arasında siyasi bir boyuta taşınmıştır. O dönemde birçok erkek kendisine kalbini kaptırmış ve beraati için kayda değer çabalar harcamıştır. Aynı anda hem çıkarcı bir katil, hem de masum bir kurban olarak görülen Grace gizemlerle dolu bir kadındır.

Edward Holcroft tarafından canlandırılan Doktor Simon Jordan karakteri, Grace Marks hakkında rapor yazması için Kingston’a getirilmiş Amerikalı bir doktordur. Kendisini buraya getirilen kilise komitesi onun muayene ve rapor sonuçlarının Grace’in beraatine ön ayak olacağını ummaktadırlar.

Rebecca Liddiard tarafından canlandırılan Mary Whitney karakteri, Grace’in çalışmaya başladığı evde onun gibi hizmetkar olarak çalışan deli dolu bir genç kızdır. Kısa sürede aralarında çok derin bir bağ gelişir ve birbirlerinin en yakın arkadaşı olurlar.

Zachary Levi tarafından canlandırılan Jeremiah/Jerome Dupont karakteri, belli günler Grace’in çalıştığı Parkinson’ların evine gelip onlara tuhafiyelik eşyalar satan yakışıklı bir seyyar satıcıdır. Sıklıkla Grace’e gelecekle ilgili öngörülerde bulunur. Grace kendini ona yakın hissetmektedir.

Paul Gross tarafından canlandırılan Thomas Kinnear karakteri, Grace’in Parkinson’lardan sonra çalışmaya başladığı Kinnear Çiftliğinin sahibidir. Kahyasıyla gönül ilişkisi var.

Anna Paquin tarafından canlandırılan Nancy Montgomery karakteri, Kinnear Çiftliği’nin kahyasıdır. Çiftliğin sahibi Thomas’la gönül ilişkisi vardır. Hizmetkar olarak işe aldığı Grace ile kısa sürede yakın arkadaş olan Nancy, Thomas’ın ona olan ilgisi yüzünden ona gücenmeye ve onu kıskanmaya başlar.

Kerr Logan tarafından canlandırılan James McDermott karakteri, Kinnear çiftliğinde çalışan çabuk öfkelenen bir ahır işçisidir. Nancy’nin konumunu onun üzerinde kullanmasına gücenmektedir.

İlk bölüm itibarıyla yüksek olan beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim. The Handmaid’s Tale ile kıyaslanıp duracak olsa da ilk bölümler olarak ne sinematografi açısından ne de hikaye anlatıcılığı açısından onun çok altında kalmadığını söylemeliyim. Zaten birbirini anımsatmalarını sağlayacak çok fazla öge var. Bunda da bolca feminist düşünceye yer verilmiş. Sarah Gadon iyi bir performans sergilemiş. İlgi çekici bir karakteri oyunculuğuyla daha da ilgi çekici bir karaktere dönüştürmeyi başarmış. Edward Holcroft için ise şimdilik nötrüm. Zamanla bize kendisini sevdirecek karakterlerden olacağına inanıyorum. Zaten bu ikili dışında sürekli görmeye devam edeceğimiz ana karakter olmayacak gibi.

Hikayeyle ilgili henüz bilmediğimiz çok şey olduğunu düşünürsek kalanını izlemek için sabırsızlanıyorum. İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler diliyor, okuduğunuz için teşekkür ediyor ve sizi tanıtım filmiyle baş başa bırakıyorum.

Bir kadının akıbeti için
Sabırla, sükunetle beklemek gerek
Adeta nutku tutulmuş bir hayalet gibi beklemek
Ta ki sorgulayan bir ses sessizliğini kırana dek

– Henry Wadsworth Longfellow