Bu yılın bomba dizilerinden biri olan Harper’s Island, polisiye/gerilim türünü sevenlerin ekranlarında ve kalplerinde ufak çapta bir nüklear bomba etkisi yapmış olmasına rağmen, belki oyuncularının tanıdık yüzler olmamasından, belki de kısa sürdüğünden (13 bölüm) pek bir göz önünde olamamış, duyulmamış ya da reklamı yapılamamıştı.Harper’s Island oldukça sıradışı bir bir dizi. Her sezonu diğer sezona atıfta bulunarak biten, sonu gelmeyecek gibi uzadıkça uzayan ve beklediğimiz sonu bize kasten izletmeyen dizilerin arasında bir ışık gibi parlıyor Harper’s Island. Kısa. Öz. Dopdolu. Görüntünün tek karesi boşa harcanmamış, tek bir diyaloğu laf olsun diye yazılmamış, sürekli patlamaya hazır bir mini dizi.

Aslında bir dezjavantaj olan bilinmedik oyuncular, izledikçe ve hikayenin içine girdikçe, tersine bir işlev görerek hikayenin daha inandırıcı ve gerçekçi olmasına katkıda bulunuyorlar. Aslında, oldukça iyi iş çıkardıklarını söylemek gerek. Bir çoğunun ilk büyük rolü olmasına rağmen, beklenenin üstünde bir performans sergiliyorlar. Oyunculuğunu pek bir beğendiğimiz Callum Keith Rennie, pek bir döktürüyor. Az görünüyor ama göründüğü zamanlar da “Ben buradayım,” diyor.

Peki Harper’s Island ne hakkında? Konusu bana Agatha Christie’nin kült eseri On Küçük Zenci’yi anımsattı. Henry, rüyalarının düğününü gerçekleştirmek için doğduğu adaya dönmeye karar verir. Adanın geçmişi zifiri karanlıktır. Henry’nin gençliğinde, Wakefield isimli bir katil onlarca kişiyi öldürüp tüm adayı kana bulamıştır. Olayın şokunu kimse atlatamamıştır ama düğün, herkes için yeni bir başlangıç olacaktır. En azından böyle olacağını umarlar. İlk cinayet işlendikten sonra herşey tepetaklak gitmeye başlar. Katil kimdir? Amacı nedir? Ve Lost’un hayatımıza soktuğu, “Şimdi ne oldu burada?” durumu bizi esir eder. Çantada ne vardır? “Şu” kişinin geçimişinde neler olmuştur? “Bu” neden öldürmüştür kendini. Notları kim yazmıştır? Öykü, size bir saniye bile nefes aldırmadan soru/cevap bombardımanına tutuyor.

Ve elbette son. Keşke tüm diziler bu kadar doyurucu bir sona sahip olsa demekten alamayacaksınız kendinizi. Tüm olaylar birbirine bu kadar mı iyi bağlanır. Kızıl Nehirler zamanı Jean Christophe Grangé ya da Şair zamanı Michael Connelly kitaplarını hatırlattı bana; hikayeyi bir ucundan tuttup, diğer uca geldiğinizde, geçtiğiniz tüm yolları görebiliyor, kendi kendinize tüm ipuçlarını birleştirebiliyorsunuz. Final Destination serisinden miras, “ilginç” ölüm şekilleri de ekran karşısında hop oturup hop kalkmanıza, yanınızda diziyi beraber izlediğiniz bir arkadaşınız varsa, “gördün mü, gördün mü?” diye dürtmenize sebep oluyor.

Ahlaksızlar, geçmişi karanlıkta kalanlar, aile bağları, eski aşklar, cinayetler, nefret… hepsi aynı potada kusursuz bir şekilde eritilmiş. Üzerinize boca edilmeden, sakin sakin, ılımlı dozajlarda bünyenize zerk edilmeyi bekliyor.Umarım benim sevdiğim kadar seversiniz. Bir de bakmışsınız, asla gelmeyecek olan ikinci sezon için kıvranmaya başlamışsınız.